
Teknolojinin baş döndürücü bir hızla ilerlediği günümüzde, arkamıza dönüp baktığımızda yüzümüzde tatlı bir tebessüm bırakan pek çok cihaz ve alışkanlık var. 2000’lerin unutulan teknolojileri denildiğinde akla gelen o "efsane" cihazlar, bir zamanlar hayatımızın tam merkezindeydi ancak şimdi ya müzelerin tozlu raflarında ya da evimizdeki "ıvır zıvır" çekmecelerinde yer alıyor.
Akıllı telefonların her işi tek başına yapabildiği, bulut sistemlerin her veriyi sakladığı bugünün dünyasından o günlere baktığımızda, 1.44 MB’lık disketlerin ve pikselleri sayılan VCD filmlerin bize nasıl yettiğine şaşırmamak elde değil. Gelin, milenyumun başında teknoloji dünyasında fırtınalar estiren ama zamanla tarihe karışan o ikonik teknolojileri hep birlikte hatırlayalım.

Bilgisayar kullanmaya 2000'lerin başında veya öncesinde başlayan herkes için disketler, vazgeçilmez bir veri taşıma aracıydı. O dönemde USB bellekler henüz yaygınlaşmamışken ve çok pahalıyken, ödevlerimizi, resimlerimizi ve küçük dosyalarımızı bu kare şeklindeki plastik kutucuklara sığdırmaya çalışırdık. Bir disketin kapasitesi sadece 1.44 MB idi ki bu boyut, günümüzde akıllı telefonunuzla çektiğiniz tek bir fotoğrafın boyutundan bile daha düşük.
Dosyayı kaydederken disket sürücüsünden gelen o mekanik "gırç gırç" sesleri, işlemin başarılı olup olmadığını anlamamız için bir işaret gibiydi. Çoğu zaman büyük bir dosyayı taşımak için dosyayı bölüp birden fazla diskete kaydetmek zorunda kalırdık ve en kötüsü ise disketlerden biri bozulursa tüm veri çöp olurdu. Bugün kullandığımız "Kaydet" butonunun simgesinin hâlâ bir disket olması, bu teknolojinin dijital dünyada bıraktığı en kalıcı izlerden biridir.

DVD’lerin ve ardından gelen Blu-ray’lerin popülerleşmesinden, hele ki Netflix gibi platformların hayatımıza girmesinden çok önce, ev eğlencesinin kralı tartışmasız VCD’lerdi. 2000’lerin başında hemen hemen her evde televizyonun altına gururla yerleştirilen bir VCD oynatıcı bulunurdu. O dönem film izlemek demek, mahalledeki video kulübüne gidip film kiralamak veya korsan CD tezgâhlarından film seçmek demekti.
VCD teknolojisinin en belirgin özelliği, filmlerin genellikle tek bir CD’ye sığmamasıydı. Bu yüzden filmin en heyecanlı yerinde ekran kararır ve "Lütfen 2. CD'yi Takınız" uyarısı çıkardı. Görüntü kalitesi bugünün standartlarına göre oldukça düşük olsa da piksellenmeler ve bazen sesin görüntüden sonra gelmesi gibi sorunlar o günün şartlarında film keyfimizi bozmaya yetmezdi. VCD’ler, sinema keyfini evlere uygun maliyetle getiren ilk gerçek devrimdi.

Akıllı telefonların henüz icat edilmediği, telefonların sadece "alo" demek ve mesaj atmak için kullanıldığı dönemde, bir telefonun sahip olabileceği en havalı özelliklerden biri tepesindeki küçük bir lambaydı. Özellikle Nokia 1100 gibi efsaneleşmiş modellerle özdeşleşen el fenerli telefonlar, şarj sürelerinin günlerce hatta haftalarca gitmesiyle bilinirdi. Elektrik kesildiğinde, karanlık bir sokakta yürürken veya koltuğun altına düşen bir eşyayı ararken bu telefonlar hayat kurtarıcı bir role bürünürdü.
Dokunmatik ekranların, yüksek çözünürlüklü kameraların veya internet bağlantısının olmadığı bu cihazlar, sağlamlıkları ve pratiklikleriyle gönüllerde taht kurmuştu. O küçücük, sarımsı ışık veren LED lamba, o dönemin teknolojisinin kullanıcı dostu olma çabasının en somut ve samimi örneğiydi.

Walkman ve Discman devrinin kapanmasıyla birlikte sahneye çıkan MP3 çalarlar, müziği cebimizde taşıma alışkanlığımızı kökten değiştirdi. 2000’lerin ortalarına doğru popülerliğinin zirvesine ulaşan bu cihazlar, kalem pil veya dâhili batarya ile çalışır ve genellikle boyna asılarak kullanılırdı. Kapasiteleri 128 MB veya 256 MB gibi bugüne göre komik rakamlarla başlasa da o zamanlar içine 30-40 şarkı atabilmek büyük bir özgürlüktü.
Artık kaset sarmakla veya CD'nin çizilmesiyle uğraşmak yoktu, bilgisayardan sevdiğimiz şarkıları seçip bu küçük cihazlara yüklerdik. Şarkı isimlerinin küçücük dijital ekranlarda kayarak geçmesi ve o kendine has menü butonları, bir neslin müzik kültürünün en önemli parçasıydı. Akıllı telefonların müzik çalar özelliklerinin gelişmesiyle popülaritelerini yitirseler de MP3 çalarlar dijital müziğin yaygınlaşmasındaki en büyük kilometre taşıydı.

Teknoloji sadece iş veya iletişim için değil, oyun ve eğlence dünyası için de ilginç ürünler sundu ve bunların başında hiç şüphesiz Sanal Bebekler geliyordu. Yumurta şeklindeki bu küçük anahtarlıklar, 2000'lerin çocukları ve gençleri için tam zamanlı bir sorumluluk projesiydi. Küçük pikselli ekranında yaşayan bu sanal canlıyı beslemek, altını temizlemek, onunla oyun oynamak ve hastalandığında iyileştirmek zorundaydınız.
Okulda ders aralarında gizlice beslemeye çalışmak veya gece yarısı cihazdan gelen "acıktım" bip sesiyle uyanmak, o dönemi yaşayanların ortak anıları arasındadır. Eğer bakımını ihmal ederseniz sanal bebeğiniz ölürdü ve bu durum bir çocuk için oldukça travmatik, aynı zamanda "reset" tuşuyla gelen yeni bir başlangıç demekti. Sanal bebekler, teknolojinin insanlarla kurduğu duygusal bağın en ilkel ama en etkili örneklerinden biri olarak tarihe geçti.

Fiber internetin ve Wi-Fi'ın olmadığı zamanlarda internete girmek başlı başına bir tören gibiydi. Bilgisayarın kasasından gelen o cızırtılı, tiz ve karmaşık bağlantı sesi, 2000’lerin başında internete bağlanan herkesin hafızasına kazınmıştır. İnternete bağlanmak için ev telefon hattını kullanmak zorundaydık ve bu da evdeki telefonun meşgul çalması demekti.
Eğer birisi internette sörf yapıyorsa evi arayanlar ulaşamaz, hatta bazen anneler "Kapat şu interneti, teyzen arayacak" diye bağırırdı. Bir web sayfasının yüklenmesini dakikalarca beklemek, bir şarkıyı indirmek için saatler harcamak o günlerde bize garip gelmezdi çünkü internetin büyülü dünyasına açılan tek kapı bu yavaş ama heyecan verici teknolojiydi.

Bugün kullandığımız lazer veya optik farelerin altı pürüzsüz ve ışıklıyken, 2000’lerde farelerin içinde ağır, kauçuk kaplı metal bir top bulunurdu. Bu "toplu mouse" teknolojisi, dönemin bilgisayar kullanıcılarına garip bir temizlik alışkanlığı kazandırmıştı. Farenin imleci ekranda takılmaya veya titremeye başladığında, bunun tek bir anlamı vardı... Farenin içi kirlenmişti.
Alt kapağı çevirip topu çıkarır, içindeki minik silindirlerin üzerine yapışan toz ve kir tabakasını tırnağımızla veya kürdanla kazırdık. O kirleri temizledikten sonra farenin yağ gibi kayması, teknolojik bir başarıdan çok kişisel bir tatmin duygusu yaratırdı. Bu mekanik yapı, teknolojinin ne kadar fiziksel ve bakıma muhtaç olduğunun en güzel kanıtlarından biriydi.

Bluetooth ve Wi-Fi Direct gibi teknolojilerle saniyeler içinde gigabyte'larca veriyi havadan transfer etmeden önce veri paylaşımı gerçek bir sabır testiydi. Telefonların yan taraflarındaki siyah panelleri birbirine 1 santim mesafede tutarak "kızılötesi" ile dosya göndermeye çalışırdık. Genellikle polifonik melodiler veya düşük çözünürlüklü duvar kağıtları gönderilirdi ancak işlem sırasında ellerin asla titrememesi ve telefonların birbirinden uzaklaşmaması gerekirdi.
Bağlantı koptuğunda en baştan başlamak zorunda kalmak, o dönemin arkadaş gruplarında sıkça yaşanan bir dramdı. İki telefonu dakikalarca birbirine yapışık gibi tutarak beklemek, 2000’ler gençliğinin sosyalleşme ritüellerinden biri hâline gelmişti.

Şimdiki incecik, kâğıt gibi ekranların aksine 2000’lerde bilgisayar masalarının yarısını kaplayan, arkası devasa çıkıntılı tüplü monitörler vardı. Bu monitörler o kadar ağırdı ki yerini değiştirmek veya taşımak ciddi bir fiziksel efor gerektirirdi. Ekranın camı bombeliydi ve yaydığı statik elektrik yüzünden tozları mıknatıs gibi üzerine çekerdi. Bu yüzden ekrana dokunduğunuzda parmağınızda hafif bir elektriklenme hissederdiniz.
Ayrıca bu monitörlerin menüsünde "Degauss" adında sihirli bir özellik vardı ve buna bastığınızda ekran garip bir "doing" sesi çıkararak titrer ve renkleri yerine otururdu. Gözleri yoran titreşimi ve hantal yapısına rağmen, tüplü monitörler internet kafelerin ve ev bilgisayarlarının en heybetli parçasıydı.

Dijital fotoğrafçılığın ve telefon kameralarının henüz her anımızı kaydetmediği dönemde, özellikle tatillerin ve okul gezilerinin vazgeçilmezi "çek at" fotoğraf makineleriydi. Genellikle 24 veya 36 pozluk filmlere sahip bu plastik makinelerin en büyük özelliği, fotoğrafı çektikten sonra sonucun nasıl göründüğünü bilmememizdi.
Ekrana bakıp "Olmamış, bir daha çekelim" deme lüksümüz yoktu; o anı tek seferde yakalamak zorundaydık. Tatil bittikten sonra fotoğrafçıya gidip filmlerin banyo edilmesini beklemek ve zarfı açıp fotoğraflara ilk kez bakmak tarifsiz bir heyecandı. Bazen parmağımızın lensi kapattığı, bazen herkesin gözünün kapalı çıktığı o sürpriz kareler, bugünün kusursuz filtreli fotoğraflarından çok daha samimi bir hatıra değeri taşırdı.